Hz. Peygamber (sav) döneminde iktisat tarihi: Mekke Devri

Hz. Peygamber (sav) döneminde iktisat tarihi: Mekke Devri

İslâm Peygamberi 12 yıllık Mekke döneminde (610-622) daha çok iman ko­nusu üzerinde durmuş, dinin sosyal yönü, Müslümanların ayrı bir cemaat olarak örgütlenmesi seviyesinde kalmıştı. Hz. Peygamber’in (sav) Medine’ye hicretiyle baş­layan 10 yıllık dönem (622-632) içerisinde bu kentte bir devlet oluşturulmuştu. Bu dönemde İslâm ilkelerinin sosyal, iktisadî ve siyasî boyutlan güçlenmişti. Hz. Peygamber’in (sav) vefatında (632) bütün Arabistan’dan başka Güney Filistin ve Gü­ney Irak İslâm hâkimiyeti altına girmiş, Akdeniz’de etkinlik sağlanmıştı. Daha sonraki yüzyıllarda bu 22 yıllık dönemde oluşan ilkelerden hareket eden birçok kurum teşekkül etmiştir.

İslâm, ticarî bakımdan gelişmiş, ziraata aşina, fakat genellikle yarı yerleşik çöl hayat ve üretim tarzının hâkim olduğu, bütün ilkçağ toplumlarında görüldü­ğü gibi kabile bağlarının çok güçlü bulunduğu, birlik ihtiyacının kendisini kuv­vetle hissettirdiği bir dönemde ortaya çıkmıştı.

İslâm öncesi Araplar, genellikle, putperest idiler. İslâm onları, Allah’a ortak koştukları için, müşrik olarak vasıflandırıyordu. Zira onlar Allah’a inanmakla birlikte, putları, insanları Allah’a yaklaştıran bir vasıta olarak görüyorlardı. İslâm’ın ilk çatıştığı zümre bunlardı. Fakat İslâmiyet geliştikçe Müslümanların çoğunluğunu bunlar teşkil etmişlerdi. Hz. Muhammed (s.a) insanları, bir olan Al­lah’tan başkasına kulluk etmemeye çağırırken ilk ve çetin mücadelesini put­perest Arap muhafazakârlığı ile yapmıştı. Arapları ‘babalarının dini’nden vazgeçirmek hiç de kolay olmadı.

Hz. Peygamber’e (sav) ilk vahiy 610’da gelmişti. Bu çağlarda Batı Roma’nın Bar­bar istilalarına dayanamayıp yıkılması birkaç yüzyıl olmuştu ve Avrupa klasik fe­odaliteyi oluşturan kapanma ve boğulma dönemine girmişti. Bizans ve İran yı­kılma sürecindeydi. Türkistan’da Göktürkler hüküm sürüyordu. Yemen’de İran­lılar hâkimdi. Arabistan’ın kuzeyinde İran veya Bizans’a bağımlı, yarımada çı­kışlı Arap devletleri vardı.

Toplum genellikle yan yerleşik bir hayat sürmekle birlikte, İslâm’ın doğdu­ğu ortam para ekonomisinin geliştiği, tüccar oligarşisi tarafından sömürülen, adaletsizliğe karşı duyarlı bir küçük sanatkâr ve köle topluluğunun bulunduğu Mekke şehir ortamıydı. Fakat İslâm bu noktada kalmayarak, özellikle ezilen ke­sim tarafından büyük bir coşkuyla karşılandığı ve çöl bedevilerini de içine aldı­ğı gibi tüccar ve ‘aydın’lar arasında da yayılmıştır. Böylece karmaşık bir toplu­mun prototipi olan bir toplumda her zümreden insana hitap edebilmiştir.

İslâm, daha başlangıç safhasında, Bizans ve İran’a karşı bağımsızlığını ilan etti. İran yarımada içerisindeki Yahudileri, Bizans ise Hıristiyanları bir nüfuz ara­cı olarak kullanmak istiyordu. Müslümanların her iki zümreye de tabi olması mümkün değildi. Fakat yarımada içerisinde öteden beri Hz. İbrahim dinine mensup olduklarını bildiren Hanifler vardı. Bunlar tek tanrıya inandıkları için Müslüman sayılıyorlardı (Al-i İmran, 3/67-68). İşte Müslümanlar bu zümreyle işbirliği yap­tılar. Diğer taraftan, Hıristiyanlar Müslümanlara diğerlerine nisbetle yakınlık gös­termişlerdi.

İran Bizans’ı mağlup ederek, Kudüs, Şam ve İskenderiye’yi ele geçirmiş, bunun sonucunda Akdeniz’e kadar bütün ticaret yollarına hâkim olmuştu (613-617). Ancak Mekkeliler, Yemen-Bizans arasında yapa geldikleri transit ticareti İranlıların hâkimiyeti altında sürdürebilmişlerdir.

Bizanslıların İranlılar karşısında uğradığı mağlubiyetler ve Suriye ve Mısır gibi eyaletlerini kaybetmesi Müslümanları üzmüş, müşrikler de bu durumu Müslümanlara sataşma vesilesi yapmışlardı. Allah, 3-9 yıl arasında Bizanslıların İran­lılara galip geleceğini ve Müslümanların ferahlayacağını bildirmişti (Rum, 30/2-5). Nitekim 9 yıl dolmadan 623 ‘te Bizanslılar İranlıları Ninova yakınlarında ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bundan sonra İran bir daha kendini toparlayamadı.

Hz. Peygamber (sav) içinde yaşadığı Mekke halkını İslâm’a çağırmakla işe başla­dı. Onun daveti öncelikle ezilenler arasında cevap buldu. Kendisi, ailesinden bir­çok kişi gibi haniflerdendi. Gençliğinde Yemen ve Suriye’ye ticarî seferler yap­mıştı. Hılfu’l-fudûl denilen etkili ve daha sonraları hayırla andığı bir dernekte fa­aliyet göstermişti. Genç Muhammed (s.a.) daha o zaman doğruluğu ve güvenilir­liği ile tanınmış ve kendisine ‘el-Emîn’ lakabı verilmişti. Yirmi beş yaşında iken iş ortağı Hz. Hadice (r.anha) ile mutlu bir izdivaç yapmıştı. Kendisine ilk inanan Müslüman da bu büyük kadın idi.

610 yılında ilk Müslümanlar henüz sekiz kişi idiler. İlk dört yıl gizli bir şe­kilde yürütülen İslâm’a çağrı faaliyetleri 614 yılında açık hale getirildi. Bir yıl sonra da bir kısım Müslüman, Mekke’li müşriklerin artan baskılarından kurtul­mak için Habeşistan’a göç etmeye başladılar. Aynı yıllarda Mekkeliler Müslümanlara üç yıl süren bir ambargo uygulamışlar ve bu karşılıklı büyük sıkıntılara yol açmıştı. Ambargonun sona erdiği 620 yılında, Hz. Peygamber’i (sav) Taif şehrini İslâm’a çağırırken görüyoruz. Bu olumsuz tecrübelerinin sonunda, ’Mekke ve çevresinin fazla ümit vermediği anlaşılmıştı. Bu sırada kuzeydeki Yesrib (Medi­ne) den Peygamber’in çağrısı yankı buldu. 621 yılında Akabe’de Medinelilerle yapılan görüşmeler sonunda, 622 yılında Hz. Peygamber (sav) Medine’ye göç etti.

Müslümanların iktisadî ve mâlî yükümlülükleri, belki yardımlaşma düzeyin­de olarak, daha Mekke döneminde başladı. Bu dönemde nazil olan ayetlerde, he­nüz maddî müeyyideler olmamakla birlikte, zekât ve sadaka kavramları yanında harcama ve mâlî yükümlülük anlamında infak, hak, îtâ, nasîb gibi kavramlar da kullanılmaya başlanmıştır.

Kaynak: İslam İktisat Tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir